dizi-mania ve hala lost izlememiş olanlar
Ekran karşısında neyi, ne miktarda ve nasıl bir ruh haliyle tükettiğimiz bireysel zevklerimizin dışında farklı unsurlara da bağlanabilir. Japon korku sinemasından tiksinip, Hitchcock geriliminden keyif alabilir, 2000’li yılların romantik komedilerini saçma bulup, 60’ların Rock Hudson’lı, Marilyn Monroe’lu romantiklerine vurulabilir ve hatta “şiddetten kaçınıyorum, Tarantino sevmiyorum” deyip televizyonda oynayan “Çılgın Yumruk, Ölümcül Dövüş, Deli Tekme” makamındaki filmlerde kumandayı kimseye kaptırmayabilirsiniz. İşte bu tercihlere kişisel zevk diyoruz. Peki ya aylar yıllar boyu bizi koltuğa çivileyip esir eden onca dizi film? Charles İş Başında, Alf, Cosby Ailesi, Muhteşem İkili, Kara Şimşek, A Takımı ve daha niceleri ömrümüzden derin ve serin duygular bırakarak geçmedi mi? Onları izlerken, komedi mi, drama mı, aksiyon mu diye düşünmez, göz kırpmadan izlerdik. Yalan mı?
Dizi film izleyen, bunu neredeyse sinema sanatından ayrı bir yere koyup, her karakterin tahlili ve alt metniyle kafayı sıyıran genç kuşağa daha komik, daha korkunç, daha heyecanlı yapımlar sunmak adına kolları sıvayan bir kadro ve yine bu kadro dahilinde isimleri (markaları) efsaneleşen yazar ve yönetmenler var elbet. David Crane ve Marta Kauffman ikilisi, 1994 itibariyle kariyerlerinde muazzam başarılar tadamamış 6 adet oyuncuyu alıp, Friends adında bir dizi kurguladıklarında, bu dizinin bir televizyonculuk mucizesine ve eşine rastlanmamış bir fenomene dönüşeceğini tahmin etmemişlerdi muhtemelen. Ya da Ron Leavitt ve Michael G. Moye adlı yaratıcı şahsiyetler, Bundy ailesini kaleme alırken Married With Children dizisi yoluyla, “aile kurumu” anlayışını kökten değiştirecek bir darbe planlamıyorlardı. Ancak televizyon izleyicisi bir on senesini de bu problemli(?) aileyi kendisine rol model seçerek devirdi.
Günümüz televizyonculuğunda ise iki isim meslektaşlarının arasından sıyrılıp farklı senaristlik ve yönetmenlik anlayışlarıyla, kelimenin tam anlamıyla ‘dünyayı’ ekran karşısına kilitlemişlerdir. Buffy The Vampire Slayer, Angel ve Firefly adlı dizilerde yapımcılık, senaristlik ve yönetmenlik yapan Joss Whedon ve elim ayağım titreyerek söylüyorum ki saygıdeğer J.J. Abrams.
Eskiden Çarşamba günleri altın günü, Cuma günleri tiyatro günü, Pazar günleri halı saha günüyken, şimdilerde Kurtlar Vadisi günü, CSI günü, Desperate Housewifes günü, Aşk-ı Memnu günü olarak şekilleniyor haftalık programımız. Dizi izlemeyi her şeylerden çok seviyoruz artık. Belki de gerçek anlamıyla Bizimkiler dizisiyle başlayan “hiçbir bölümü kaçırmayayım” hissiyatı, dizinin ilk bölümünün 1989 yılında yayınlandığı düşünülürse, haliyle yerini yeni arayışlara bıraktı. Yabancı dizilerin ve kaliteli sezonların yayına girmesiyle keyfini ikiye katlayan dizi izleyicisi ise kaşla göz arasında dev gibi bir sektör yarattı. Bu sektörün temelinde de genç kuşak yer aldı.
Friends ve Married With Children dizilerindeki ortak noktalardan birisi ve belki de izlenme sebebi olarak en önemlisi, kahramanlarımızın aslında birer anti-kahraman olmasıydı. Beverly Hills’de yaşamıyorlar, her akşam havyar yemiyorlardı. Friends, başarısız bir oyuncu, bir masör, bir garson, iş peşinde koşan bir aşçı ve benzerlerinin hikayesini anlatarak başladı her şeye. Married With Children ise ayakkabı satıcısı Al Bundy’yi, yani orta direk bir babayı, yani bizlerden birini sundu önümüze. Mutlu aile tablosunu değil, birbirlerinden hiç hazzetmeyen bir kadın, bir adam ve iki çocuğun öyküsünü anlattı.
Diğer yandan, genç kuşak dizi izleyicilerinin en çok prim yaptırdığı tarzlardan birisi de gençlik dramaları. How I Met Your Mother, Gossip Girl ve One Tree Hill gibi diziler ise tarzın en belirgin örnekleri. 90’lı yılların efsanesi “Beverly Hills, 90210”un izinden giden serilerin yanı sıra, fantastiğin yeniden keşfi ile aramıza katılan, Merlin, Doctor Who vb. de cabası.
Türk seyircisiyle buluşturduğu yapımlar düşünüldüğünde, CNBC-e’nin dizi bağımlılığı furyasındaki payını atlamamak lazım. Carnivale, Seinfeld, Married With Children, Smallville, Desperate Housewifes, Nip/Tuck, 24, Buffy ve Angel ile başlayan furya, Without A Trace, The Big Bang Theory, Two and A Half Men, Mad Men, CSI, House ve Heroes gibi birçok önemli diziyle dizginlerinden boşandı. Ayrıca kanal, tüm bu yapımları orijinal lezzetine sadık vaziyette yayınlayarak aslında önemli bir televizyonculuk olayına imza attılar. Bununla birlikte DiziMax’in önümüze koyduğu Deadwood, Alias, Babylon 5, Oz ve en önemlisi Lost’u kesinlikle unutmamalı.
Yerli dizilerin miktarının bu denli çok oluşu, dizi izleyicisi potansiyeli göz önünde bulundurulduğunda, hiç de abuk değil aslında. Yabancı dizileri izleyip, oradan edindiği donanımla, iyi olanla kötü olanı ayırabilme ve üstünkörü yapılmış diziye taviz vermeme gibi özelliklere nihayet sahip olmuş ve emek verilen yapımı başına taç eden Türk izleyicisi sektörün kaliteli bir şekilde oluşabilmesi ve gelişebilmesi adına çok önemli bir noktadadır. Beğenmek, beğenmemek, tarz olarak kendine yakın veya uzak görmek bir yana, ekranın sağ alt köşesine resmen imza atmış bazı isimleri zikretmek icap eder. Asmalı Konak, Kurtlar Vadisi, Biz Size Aşık Olduk, İkinci Bahar, Süper Baba ve en azından kendi adıma hasretle andığım Aziz Ahmet gibi diziler yayınlandığı dönemlerde ciddi bir seyirci potansiyeline erişmiş ve sevmeyenin bile takdir ettiği yapımlar olarak hafızalarımıza kazınmıştır.
Günümüz televizyonculuğunda ise iki isim meslektaşlarının arasından sıyrılıp farklı senaristlik ve yönetmenlik anlayışlarıyla, kelimenin tam anlamıyla ‘dünyayı’ ekran karşısına kilitlemişlerdir. Buffy The Vampire Slayer, Angel ve Firefly adlı dizilerde yapımcılık, senaristlik ve yönetmenlik yapan Joss Whedon ve elim ayağım titreyerek söylüyorum ki saygıdeğer J.J. Abrams.
Regarding Henry (1991), Forever Young (1992), Armageddon (1998) gibi filmlerin senaristliğinden sonra, hayal gücünün sınırlarını, bir buçuk saatlik filmlerle kısıtlamaktan vazgeçmiş olacak ki, Abrams önce 1998 ve 2002 yılları arasında yayınlanan Felicity’yi, daha sonra 2001’den bu yana devam eden Alias’ı ve son olarak da 2004 itibariyle yayın hayatına başlayan Lost’u yarattı. Başrolünde Jennifer Garner’ın oynadığı Alias dizisiyle tarzının ve yaratıcılığının altını kalınca bir keçeli kalemle çizen ve seyirciyi şaşırtmaktaki ustalığını ardı arkası kesilmeyen sürprizlerle dolu senaryolarıyla kanıtlayan Abrams, izleyicilerinin ve tüm fanlarının gözlerinin içine baktı ve “her şey yalan, ben en iyisi ağzımdaki baklayı çıkarayım da, gezegeni şöyle bir yerinden sallayayım” deyip huzurlarımıza Lost’u getirdi.
Yayınlandığı akşam, tüm kanalları geride bırakıp, dünyada en çok izlenen “program” sıfatına sahip olmasıyla, Abrams imzası taşımasının ayrıcalığıyla ve televizyon dizisi severlere yaşattığı tüm o karışık duygularla, lafı döndürüyor dolandırıyor ve Lost’a getiriyorum.
Öncelikle belirtmekte fayda var ki, yoğunluk bazında ele aldığımızda en genel geçer evrensel duygu kanımca ‘merak’tır. Ki aslında akıllı olan yazar ve yönetmen direk olarak insanoğlunun bu zayıflığını hedef alır. “Dizi nasıl devam edecek, bu bölüm nasıl bitecek, önümüzdeki bölüm ne olacak, sezon finali milli maça denk geliyor kahretsin!” derken bir de bakıyoruz hayatımızdan kaç sene yemişiz, farkında değiliz. 2004 yılında Lost, Abrams’ın yaratıcı dehasını, metin ve diyalog yazmaktaki ustalığını, birbirinden özgün karakterlere can vermekteki uzmanlığını lami cami olmadan sergilediği, elimizi ayağımıza dolaştıran ve “nefesini tutarak izlemek nedir?” sorusunun yanıtı niteliğinde bir şaheserdir. Fütursuz bir rahatlık ile sarf ettiğim bu sözlerin dayandığı birçok gerçek var elbette. Gelelim bu gerçeklere.
Dilerseniz yayınlandığı Çarşamba akşamında, tüm rakip kanalları ve programları önünde diz çöktüren rating’leriyle başlayalım övgülerimize. Kesinlikle hak ettiği şapka çıkartılacak izlenme oranıyla, her Perşembe sabahına liste başı uyanan kadro ve fanlar bu durumdan gayet memnun haliyle. Evet fanlar da memnun diyorum. Zira fanlıkla fanatizm arasında gidip gelen milyonlarca Lost-sever var. İnternetteki binlerce forum ve fan sitesinin yanı sıra, Lost izleyicisinin diğerlerinden farklı olarak şöyle bir zevki ve çılgınlığı daha var. Dizide geçen bir firma isminin, bir objenin, bir yan karakterin, bir ismin, cismin veya resmin ertesi güne kendine ait sitesi hazırlanıveriyor hemen. Çünkü Lost birçok insan için fantastik bir yapının yanı sıra hayatın ta kendisi de. Dolayısıyla her şey kuralına göre ve kitabına uygun ilerliyor. Kim demiş Abrams uydurdu diye böyle bir ütü firmasını. Al sana bahsi geçen ütünün resmi sitesi, özellikleri ve her bir şeyi. Hâl böyle olunca, yani gerçek ile kurgunun bileşiminden ikincil bir evren, farklı bir yaşama biçimi ve inanılmış bir yaşama alanı çıkınca ortaya, dizinin bıraktığı etki ve iz daha kalıcı ve keskin oluyor. Bu “mania” durumunu gani gani yaşayan ve yaşatan fanlara da saygımızı sunduktan sonra kameralarımızı bizzat kameranın arkasındaki adama J.J. Abrams’a çevirelim.
Abrams, yarattığı evrenin ve kurgunun, büyüleyiciliğini oluşturmakta birçok kişiden yardım alıyor. Takım arkadaşları Damon Lindelof ve Jeffrey Lieber de senaryoda büyük pay sahibi. Alias dizisiyle tüm meraklı gözleri kendisine çeviren Abrams, “merak kediyi öldürmez Lost öldürür!” deyip, 2004’de büyük bombasını patlattı.
Gizemlerle dolu bir kaybolmuşluk, kayıplığın içindeki yolculuk ve yolculuk içindeki mucizeler. Belirlenemeyen sebeplerle, rotasının dışına çıkan, gökyüzünde iki parçaya ayrılan ve Güney Pasifik’teki ıssız bir adaya düşen uçak. Mucize eseri kurtulan 48 kişi. İşte en kabaca yapılabilecek özet bu. Kaldı ki beşinci sezonun geride bırakmışken bile sağlıklı bir özet çıkarmayı mümkün kılmıyor kendisi. Abrams, bir sağ gösterip sol vurma erbabı olarak devamlı surette, şaşırtıyor, geriyor, ardı arkası kesilmeyen sürprizleriyle abandone ediyor. Yapılabilecek en mantıklı akıl yürütmeyi bile elinin tersiyle kenara itip, akıl sağlığına müdahale ediyor. İşte sırf bu yüzden Lost, üzerine en çok spekülasyon yapılan televizyon dizisi olarak tarihe geçiyor.
Dizideki esas karakter sayısının çokluğu ise, yazar kadrosu için senaryoyu onlarca farklı yöne çekebilme lüksünü beraberinde getiriyor. Her bir karakterin farklı geçmişlerden, farklı hayatlardan, acılardan, utançlardan, pişmanlıklardan, çaresizliklerden gelip bir bir ayağa kalkmak zorunda kalışlarını en ince detayına kadar, içimize işleyerek anlatan ekip, Abrams önderliğinde tüm oyuncuları kişiselleştirmemizi ve türlü katharsis’ler yaşatarak onlarla üzülüp, yine onlarla mutlu olmamızı sağlıyor. En sevmediğimiz adamın, en şüphelendiğimiz kadının, en işkillendiğimiz tipin bile geçmişine dönüldüğünde öyle ya da böyle kendimize bakıyormuş gibi hissetmemiz bu yüzden işte. Ada üzerindeki bin bir türlü gizemli olay kafamızı zaten yeterince karıştırmıyormuş gibi bir de bu olaylarla örtüşen veya çakışan ada öncesi hayatlar, mevzunun hepten içinden çıkılmaz bir hâl almasını sağlıyor.
Diziyi hiç izlemeyenler için tat kaçıracak, açık verecek, büyüyü bozacak tek bir kelime bile söylememek için kendimi zorluyorum ama böylesine bir dizinin güzelliğini anlatırken örneklere başvuramamak o kadar imkansız ki. Abrams’ın şaşırtmacalı zeka oyunlarının beş dakikada bir devreye girişiyle şenlik içinde şenliğe dönüşen, parabol problemi gibi bir diziyi izah etmeye çalışmak hakikaten vicdan azabı esasında.
Matthew Fox, Jorge Garcia, Emilie de Ravin, Josh Holloway, Terry O’Quinn ve Evangeline Lilly gibi adlarını belki de hiç duymadığımız, yüzlerini daha önce hiç görmediğimiz birçok oyuncuyu gerçek bir samimiyetle ailemizin bir parçası olarak kabul etmemize sebebiyet veren bu sürreal yapım, sadece bir dizi olarak değil, aynı zamanda bir “Abrams projesi” olarak da hedefine çoktan ulaşmışa benziyor. Etrafınızda devamlı surette şu cümleleri sarf eden arkadaşlarınız yok mu yani? “Dün sekiz bölüm izledim art arda”, “2 gün uyuyamadım meraktan, koca bir sezonu bitirdim”, “abi dayanamıyorum... bir hafta nasıl geçer, ne olacak acaba yahu”.
Siz de bu kendinden geçmiş, normal yaşamdaki kimliğini unutmuş ve hatta amiyane tabirle civatayı gevşetmiş ama yine de bir Lost takipçisi olmaktan gurur duyan güruha katılmak için gecikmiş sayılmazsınız. Eğer hayatınızda uyumadan harcayabileceğiniz bir 24 saatiniz ve tabi uykusuzluğa karşı dirayetiniz varsa oturup izlemeye başlayın. Çünkü bahse giriyorum ki, ilk bölümü izlediğinizde ve eğer elinizde sezonun tamamı varsa, 24 bölümü bitirmeden o ekranın karşısından kalkamayacaksınız. Bizzat ben de dahil, tanıdığım, gördüğüm ve duyduğum çok sayıda insan üzerinden söyleyebilirim ki tecrübeyle sabittir.
Lost uçucu, geçici bir popülarite, sağlıksız bir mania olmaktan çok uzak, zeka işi, Abrams baharatlı bir televizyonculuk olayı olarak hayatını sürdürmekte, peşindeki milyonlarca insan, milyonlarca spekülasyon ve soru işaretiyle yoluna devam etmektedir. Peki yolun sonunda ne vardır? İşte tüm muamma bu sorunun cevabında yatar. Gelin çözülemeyen bu kördüğümü bir ucundan da siz çekiştirin. Ve son olarak sevgili Abrams, sana bir çift sözüm olacak. Anlattık, övdük, yere göğe sığdıramadık seni, buraya kadar tamam... yaptığın işe, verdiğin emeğe saygıda kusur etmedik, etmeyiz, o da tamam... ama ömrümü yedin be adam!
(2006 yılında yazmış olduğum bu yazıyı, birkaç müdahalede bulunarak gün yüzüne çıkarıyorum efem)
0 Responses to "dizi-mania ve hala lost izlememiş olanlar"
Yorum Gönder