Aklınızdan geçenleri, akıl yürütmelerinizi, akıl erdirme çabalarınızı ve hatta aklınıza eseni bir kenara not alınız. Hadise yaşandıktan, film bittikten, kitap sona erdikten, savaş dindikten, aşk çürüdükten ve iş işten geçtikten sonra şaşkınlıkla idrak edeceksiniz ki, notlarınızdan hiçbiri olup bitenle örtüşmüyor, tutmuyor. Bir diğer deyişle siz öyle sanırken öyle olmuyor, “kesin budur” diyorsunuz, lakin sonuç “şu” çıkıyor. Hayatımız boyunca yaşadığımız nice hayret verici sürpriz son, aslında kaderin bize oynadığı oyunlar değil, bizzat kafatasımızın içinde ikamet eden beynimizin ve yine “akıl” adı verdiğimiz en meçhul ve en meşhur uzvumuzun sinsiliğidir.
Akıl oyunları ve gavur illerinde “twist” adı verilen şaşırtmacalı mevzular, biz başkasına uyguladığımızda pek keyiflidir de, bize uygulandığında fena can sıkar. “Bir süreç içerisinde olayların umulduğundan farklı gelişmesi, ani dönüşlerde bulunması”, twist kelimesinin en açık ve doğru açılımıdır. Zira bahsi geçen ‘süreç’ kelimesi her şey için kullanılabilir. Aşktan savaşa, müzikten sinemaya, hayatımızın her köşe başında bizi bekler akıl oyunları.
Katil Uşak Sendromu:
Sinema, belki de twist kavramına en düşkün ögelerden biridir yaşantımızda. Katilin asla ve asla uşak olmadığı, ama içimizde uşağa karşı bir hoşnutsuzluğun devamlı barındığı o gergin ruh halimizle ve film boyunca hiçbir şeyi doğru tahmin edemeyişimizle kusursuz bir oyunun içinde buluruz kendimizi. Yönetmenin ve tabi ki daha önemlisi, senaristin ellerinde bir o yana bir bu yana, yana yakıla koşuştururuz. Sinema sanatında kurgunun önemini ve basit bir konunun bile kaç farklı şekilde ele alınabileceğini gördüğümüz o anlarda hayret ve hayranlıkla içine düşeriz öykünün.
“Tamam, demek ki kalleş kadın da işin içinde, adam durumdan bîhaber.” deyiveririz, zavallı kadının adam tarafından 27 ayrı yerinden bıçaklanacağı filmin final sahnesinde 4 dakika kala. Bir de utanmadan sıkılmadan, “Aslında ben tahmin etmiştim böyle olduğunu da, tadınızı kaçırmayayım dedim.” gibi beylik söylemler atarız ortaya, yazılar akarken siyah ekranda. Psişik ruh halinde, Murder onthe Orient Express, Memento, Snatch, Confidence veya Barton Fink izlerken, ya da Usual Suspects’te salyaların akarken, aslında onuncu dakikada çözmüştün olayı, öyle değil mi? Oldu canım, selametle!
Akıl oyunu ve/veya twist denen bu şey bir yandan ve belki de aslında en çok, bir kandırmak ve kandırılmak’lar bütünüdür. Sizden daha cin birinin, sizin o ‘bir an için bile olsa’ ermeyen aklınızla alay etmesi. Ah, tabi... siz de en az onun kadar zekisiniz, ama şimdilik twist’i siz yediniz.
Sağlam final twistleri olarak;
12 Monkeys (1995), Unbreakable (2000),
The Others (2001), Primal Fear (1996),
Fight Club (1999), Planet of the Apes (1968), Psycho (1960), The Usual Suspects (1995), Chinatown (1974), Memento (2000)
gibi bir liste öneririm başım ağrımaz...
Ebedi dost, ezeli hınzır:
2 Şubat 2003 Fenerbahçe-Beşiktaş maçı öncesi, Fenerbahçe formalı birkaç Beşiktaş taraftarı stadın önüne gelip, Maraton tribününe girmeye hazırlanan Fenerbahçeli bir gruba “Yaa biz Ortega için bir pankart hazırladık, ama stada giremiyoruz, bari siz alın Ortega’yı çağırıp açın.” derler. Bez pankartta “Cobarde Gallina Ortega” yazmaktadır. Fenerbahçeliler bu yazının anlamını sorduklarında, Beşiktaşlılar “Cesur Yürek Ortega” diye yanıtlar. Stad dolar, Maraton’da pankart açılır ve Ortega çağırılır. Dönemin en sevilen oyuncularından bir olan başarılı futbolcu her zamanki yumruk şovu için tribüne yaklaşır ancak gördüğü manzara karşısında ne yapacağını şaşırır. Çünkü Fenerbahçe taraftarının bilmediği bir şey vardır. Ezeli rakipleri Beşiktaş onlara çok pis bir oyun oynamış ve aslında anlamı “Korkak Tavuk Ortega” olan bir pankart hediye etmişlerdir.
Aşklar ve aşıklar arası yaşanan medcezirleri de konumuza dahil etmek istersek, öncelikle şunu açık bir biçimde söylemeliyiz ki, ilişkilerde yaşanan akıl oyunlarını sadece aldatılmak veya üç kişiyle aynı anda idare edilmek olarak kısıtlayamayız. Çünkü tüm o kramplar, kekelemeler, terlemeler, titremeler ve eli ayağına dolaşmalardır galiba bize asıl oyunu oynayan. Karşımızdakinin hiç suçu yoktur bazen. Sanmak üzerine bir “durum” ise burada bahsettiğimiz, şöyle bir düşünün sevdiceğinizi neler zannettiniz.
Gel gör beni beni... twist neyledi!
- o kız bir anlayıştı, bir felsefeydi, bir paragrafın altı çizili bir cümlesiydi, yaşamımın temel kavramıydı, yaşamın ana fikriydi, kim olduğumun denklemiydi, çözümüydü, cevabıydı, formülüydü... bir ideolojiydi sanki o kız, sonra birden ne olduysa oldu her ideoloji gibi açığı bulundu, karşıtları vücuda geldi, gözümün önünde çürüyüp gitti...
- o kızın kendine has bir stili, tarzı, biçimi, şekli, duruşu vardı, her şeyi kendince yorumlar, kendince anlar, kendince dinler, kendince söylerdi, senin görmediğin şeyleri görür, düşünmediğin şeyleri düşünürdü, farklı bir gözle bakardı her şeye, herkese, her yere... sorulan her soruya stilince, tarzınca, kendince bir cevabı olurdu, sahip olduğu perspektife göre severdi, sevişirdi, boş konuşmazdı, boşa iş yapmazdı, her zaman her konuda bir bildiği vardı... bir sabah uyandığımda yanımda bir not bulmuştum, “sigara almaya gidiyorum, asla geri gelmeyeceğim, zaten geri gelmek nedir ki, neredeyiz ki nereye geri gidiyoruz, sevgiler...”, işte yine bir bildiği vardı muhakkak, bir bildiği olmasa beni niye terk etsin’di, stil sahibiydi, resmen öyleydi...
- o kız bana tapıyordu, ben tapılasıydım, ben her şeydim onun için, her şey bendim, bambaşkaydım, şampiyondum, esas oğlandım, bir taneydim, biriciktim, kahramandım, manitu’ydum, uluydum, ulaşılmazdım, yerim doldurulmazdı, eşi benzeri bulunmazdım, bulunmaz hint kumaşıydım, inanılmazdım, en yakışıklıydım, en güçlüydüm, en cazibeliydim, en ateşliydim, en seksiydim, en büyük bendim, başka büyük yoktu, o kız bana taptı, taptı, taptı fakat bana tapması diskoda tanıştığı o sarışın herifin koynuna girmesine engel teşkil etmedi, hem bana taptı, hem boynuz taktı...
- o kız öyle güzel, öyle muhteşem, öyle iyi huyluydu ki, melek gibiydi, bana fazlaydı sanki, ben onu hak edecek ne yapmıştım, sevmeye kıyamıyordum, sevmeye doyamıyordum, başlı başına bir dünyaydı zaten, ben onunla hep başka gezegendeydim yani, sonra günlerden bir gün yine her şey çok güzeldi, çok iyiydi, çok mutluyduk biz yine, işte günlerden o gün ben mutluluk komasına girdim, aşırı dozda sevgi dokandı bana, güzellik alerjisi oldum, elim ayağım titredi, dayanamadım, kaçtım, kendi kendimi terk ettim sonunda...
Ün, şöhret, servet ve tüm bu kavramların beraberinde getirdiği göz önündelik. Milyonlarca kişi onları izliyor, onlar gibi olmak istiyor, saçlarını onlar gibi kestirip onlar gibi giyiniyor. Dünyanın saygın ve seçkin celebrity’leri, dünya müziğine yön veren yüzlerce isim birer rol model olarak diziliyorlar karşımıza. Ama bizim için kutsal olan ve hata yapmaları ihtimal dışı tüm bu isimler bir anda bizi yanılgılar içinde bırakabiliyorlar. Her dönemin gençliği için idol olmuş birçok farklı sanatçı, yaşadıkları ve yaşattıkları kendileri gibi ünlü ‘durum’larla hayranlarına birer bardak soğuk su ikram ediyor. Biz onları kusursuz sanıyoruz. Onlar bizi yalanlıyor. İdol olan ile idolleştiren arasındaki bu twist görmezden gelinebilir mi? Belki de iş rock n’ roll’a gelince twist denen şey, bir hayal kırıklığından ibaret.
Biz bu Grammy’yi almıştık ama bir yanlışlık olmuş....
- Onları pür-i pak yüzleri, “girl you know it’s true” adlı parçaları ve müzik tarihine bir kara leke olarak geçmiş pleybek hadisleri ile hatırlıyoruz çoğumuz. Milli Vanilli, kendi söylemedikleri şarkılarla chart’ları alt üst etmiş ve muazzam bir hayran kitlesi yakalamıştı. Ancak bu masal, prodüktörlerinin, grubun Grammy ödülünü almasından bir süre sonra (nedense?) çıkıp, “bu güzel kardeşlerim maalesef şarkı falan söyleyemiyorlar, şarkıları başka güzel arkadaşlar icra ederken bunlar sadece ağızlarını oynatıyorlar... eheh öh şakaa.. ehö” demesiyle son bulmuştu. Bu kandırılmışlık ve kullanılmışlık hissi, tüm dünyadaki müzik severlerin üzerinde ciddi bir etki bırakmış ve resmi olarak paranoyaklaşma sürecini başlatmıştı.
- Yıkılan aşklar, ölümler, kabusa dönen ömürler, cinayetler, tecavüzler, soygunlar, dolandırıcılıklar ve hayatın getirdiği onca dehşete rağmen ayakta kalabilmek ve bir arada olabilmekten bahsetti Kurt Cobain... Milyonlarca genç onun ağzından çıkacak kelimeleri kovalarken, 7 Nisan 1994 tarihinde yaşanan trajedi, dünya gençliği için onulmaz bir yara ve geri dönülmez bir twist değil miydi?
Con kelimesi İngilizce’de “kazık, üçkağıt” ve aynı zamanda “üçkağıtçı, dolandırıcı” anlamlarına gelir. Yazılı basında yerini almış en eski dolandırıcı olarak tarihe geçen William Thompson’un ardından sözlüğe girmiştir. Zira kendisi Confidence Man olarak bilinir. Hatırlarsınız, Galata’nın, Boğaz Köprüsü’nün satılma hikayelerini. Hani dedim ya... akıl oyunları başkasına oynandığında veya bir fıkra gibi anlatıldığında ne hoş, ne enteresandır da, bizim başımıza geldiğinde kendimizi kaybederiz. Buyrun bizatihî yaşadığım ve dolandırılmanın ucundan döndüğüm bir con girişimi:
- Harıl harıl ev aramaktayken, tüketici gazetesinde gözümüze çarpan bir emlak ilanını aradık, emlakçıyla bize verdiği adreste buluştuk ve beraber bir eve gittik. Eve vardığımızda ev sahibesi hanımla tanıştık. Evde taşınılmaya hazırlanılıyormuş gibi koliler içinde eşyalar, katlanmış halılar durmakta, emlakçı da bize bu kargaşanın içinde evi göstermeye çalışmaktaydı. Düşüneceğimizi söyleyip evden ayrıldık, kısa bir süre sonra da arayıp evi tutmayacağımızı bildirdik. Bunun üzerine aynı emlakçıyla bir Pazar günü yeni bir evi görmeye gittik. Bu seferki ev, adeta hayallerimizin eviydi ve kirası da şaka gibiydi ne yalan söyleyeyim. Direkt olarak onayımızı verip, ertesi gün sözleşme yapmak için anlaştık. 150 YTL kadar kaparo da bayıldık bir temiz. Pazartesi öğlen emlakçıyla buluştuğumuzda, kırtasiyeden aldığı bir sözleşmeden başka hiçbir şey getirmediğini gördük. “Ev sahibi Antalya’da, bana yetki verdi, kapı yarın sabah değiştiriliyor, anahtarı yarın alacaksınız, kart almamışım yanıma, tapuya da ne gerek...” deyince bize sayın emlakçı, biz de kendisine, “abi iyi hoş ama sen yarın anahtarla gel, ev sahibi de tapuyu fakslasın bi zahmet, kimliğini falan getir, yarın hallederiz” dedik. Aynı akşam apartman yöneticisi bulundu, durum anlatıldı ve lakin kadın şokta. “Olur mu canım, orası satılık, bizim X’in orası”.... hadi buyur... X bulundu... bize ilk gösterilen eve doğru ev sahibiyle yola koyunuldu. Evin balkonunda kim var dersiniz? Meğer bu freelance emlakçı beyin, ilk gösterdiği ev kendisininmiş, ev sahibesi olarak tanıştığımız bayan karısıymış ve kendisine satılık olarak teslim edilen ev, beyfendinin son planıymış. Satılık evi al, kirala, depozitoydu kiraydı indir cebe, sonra vınn, zaten evi barkı kolilemişsin. Verilmiş depozitomuz varmış Allah’tan!
- Arabayla Almanya’ya gidecek olan bir aile yolda bir başka arabayla çarpışır. Diğer sürücü hemen hatanın kendisinde olduğunu, hasarı ödemek istediğini ve çok yakında bir oto tamir dükkanının sahibi olduğunu söyleyip, aileyi tamirhanede bir süre misafir eder. Çaydı yemekti derken araba hazırlanır ve aile yola koyulur. Almanya’ya vardıktan bir süre sonra, bir sabah bakarlar ki, arabaya girilmiş ancak hiçbir şey çalınmamış, sadece arabanın tavan kısmındaki kumaş komple sökülmüş. Bu garip hadise daha sonradan aydınlanır ki, zavallı aile farkında olmadan uyuşturucu kaçakçılarına kuryelik yapmış. Yani bir diğer deyişle, mal A noktasından B noktasına kazasız belasız varmış.
- Bu hadise ise pek taze. Ankara Siteler’deki esnafı 2.5 trilyon dolandıran “mübarek?” şahıslar, önce dolandıracakları kişiler hakkında bilgi topluyorlar, sonra da gidip, “senin şurda paran var, çocuğun doğacak, cinsiyeti bu” ve benzeri göz boyamalarla vatandaşı şaşırtıp para istiyorlar. Vatandaş parayı bu garip medyumluğa ödemiyor tabi. Dolandırıcılar kendilerini, Hz. İsa, Hz. İbrahim, Hz. Muhammed ve Veysel Karani olarak tanıtıyorlar. Vatandaş da bu tufaya düşüp din iman korkusundan veriyor parayı. Bununla da yetinmeyen bu sopalık biraderler, tutup kolundan yepyeni bir arkadaşla tanıştırıyorlar esnafı. Esnaf soruyor, “Bu kim?”. Bizimkiler cevaplıyor, “Bu Allah!”. Ya sabır, yuh artık ve hatta tövbe estağfurullah!
- Frank Abagnale Jr., çek kaçakçılığı ile Amerika ve dünyada 2.5 milyon doların üstünde bir meblayı cebe indirmiştir. Hatırlarsınız ki Catch Me If You Can filminde (aman efendim hiç de sevmem kişisi) Leonardo Di Caprio bu asi delikanlıyı fevkalbeşer güzellikte canlandırmıştır.
Aslan ile karşılaşacaksan, bir süreliğine tilki olacaksın...
- Japonlar stratejik önem taşıyan ufacık tefecik adaları Iwo Jima’yı Amerikalılara vermek istememişlerdi. Ama elde yok avuçta yok, düşman ordusu zebellah gibi. Bu durumda güçlü değil, uyanık olunmalıydı. Bombardımandan bir ay önce Japonlar adanın altına dev gibi çukurlar ve tüneller kazmış, sakince düşmanın avcuna gelmesini beklemeye başlamıştı. Uçaklar adayı taş üstünde taş kalmayana dek bombalamış ve daha sonra da askerler pikniğe gider gibi adaya inmişti. Ancak bu ıssız ada üç dakika içerisinde binlerce Amerikan askerinin mezarı olmuştu. 25.000 japon askeri bir anda belirip, kısacık bir süre içerisinde tankları ve toplarıyla ortadan kaybolmuştu. Amerikalılar, hayaletlerle savaşıyordu. Adanın etrafı zincirleme tünellerle kazılı olduğundan, Amerikan askerleri ilerledikçe, bu sefer Japonlar arkalarından çıkıyorlardı. Bire üçlük sayı üstünlüğüne rağmen 76.000 kişilik bir ordu resmen kuşatılmıştı. 35 gün sonra savaş bitmiş, Iwo Jima verilmişti. Ancak bir mesire yeri gibi çıkılan ada, her 3 Amerikan askerinden birinin canına mâlolmuştu.
- 2. Dünya Savaşı sırasında bir grup ss amerikan üniforması giyerek Amerikan hatlarına karışır ve kavşak noktalarına konuşlanarak Amerikan askerlerini saçma sapan yönlere doğru hareketlendirir.
- Büyük Taaruz’dan hemen önce, bütün gazetelerde “17 Ağustos 1922 gecesi Ankara’da, yüksek rütbeli subayların da katılacağı bir balo düzenlenecektir” haberi yer alır. Elbette bu Mustafa Kemal’in fikridir ve tamamen Yunan ordusunu şaşırtmaya yöneliktir. Zira kendisi o gece özel aracıyla Konya’ya geçer, 20 Ağustos tarihinde ise Akşehir’e geçip kumandanları ile beraber savaşı bizzat yönetir.
- Hilal taktiği, turan taktiği, çin seddi, truva atı, araçların arkasına bağlanan çalı çırpıoyla toz kaldırıp kalabalık görünmek ve daha nice zeka dolu oyun, kelle koltukta gezerken veya yumurta kapıya dayanınca aklımıza gelmiş hep. Alternatif tarih dedikleri tüm bu oyunlar ve uyanıklıkların bir bütünü gibi sanki...
Aşkın, savaşın, sinemanın, müziğin, sporun ve her şeyin içinde saklı akıl oyunları. İhtiyaç duyduğumuzda, çaresiz kaldığımızda elimizi attığımız bir silah gibi. Ya da silahsız, şişman ve gözlüklüyken yediğimiz bir yumruk gibi. Siz o sebeple, her zaman tetikte olun, radarları kapatmayın ve daima tek gözünüz açık uyuyun. (Hem unutmayın, gördüğünüz tüm kabuslar ve güzel düşler de birer twist’tir, uyandıktan sonra...)