document bags

25Togo Design tarafından tasarlamış pek leziz laptop, evrak ve fotoğraf makinesi çantaları... farklı renk tercihi seçenekleri de olan bu çantaların fiyatları $22 ile $130 arasında değişiyor...

 
  
  
  
  

ikon haline gelmiş 50 film karesi

Empire Online ve Canon bir araya gelip ikon haline gelmiş 50 film karesini belirlemiş... eskiler yeniler klasikler... keyifle göz atınız... tam liste için tıklayınız...

 

saku

şeytani spazmlara zemzem suyu




Tam olarak ne iş yaptığı belli olmayan lakin lüks bir yaşam yaşadığı aşikar Ayten ve dünya tatlısı kızı Gül’ün, mutlu mesut hayatları kısa bir sürede altüst olur. Çünkü garip bir hayal dünyası içerisinde, ruh çağırmak, korkunç heykeller yapmak gibi uğraşlarla vaktini geçiren Gül, şeytan tarafından uygun bir hedef olarak görülüp ele geçirilir. Önce geçici bir rahatsızlık olarak değerlendirilen vaziyet, Gül’ün kendine ve etrafına zarar vermeye başlamasıyla ciddileşir. Ayten evinin tavan arasında bulduğu “Şeytan” adlı kitabın yazarı Tuğrul Bilge’den yardım ister. Bir psikiyatr, doktor ve yazar olan Tuğrul olaya tıbbi bir açıdan bakmak gerektiği kanaatindedir. Ancak Ayten kızının bedenine bir şeytan girdiğine ve tek ihtiyaçları olan şeyin bir “şeytan çıkaran” olduğuna inanmaktadır. Tuğrul’un da geçen zaman içinde bu iddiaya inanması sonucu, tesadüfen o esnada Orta Doğu’dan İstanbul’a gelmiş bir şeytan çıkaran devreye girer. Nihayetinde yaşı kemale ermiş bir amca olduğundan şeytanın karşısında kalbi yetmez ve finalde şeytan ile karşılaşıp kahraman olarak ölen yine Tuğrul olur. Şeytan, Gül’ün bedenini terk eder. Ayten ve Gül mutlu hayatlarına devam ederler.



1974 yılında çekilen Şeytan filminin kabaca bir özetini yaptığım bu cümleler, aslında filmin atmosferini tarif etmek için çok yetersiz. Susuz Yaz, Yılanların Öcü ve Sevmek Zamanı gibi birçok önemli filmin yönetmen koltuğunda oturan Metin Erksan’ın, 1973 yapımı Exorcist’in uyarlaması/tekrarı olarak çektiği yerli “şeytan çıkaran” kısmen Türkleştirilmiş, ağırlıklı olarak ise Türkçeleştirilmiş bir uyarlama. Japon korku sinemasını aratmayan bir gerginlik üstünde ve parmak uçlarında ilerleyen film, aniden beliren şeyler, ansızın patlayan seslerle seyirciyi korkutmak gibi gerilim klişelerinden başlı başına kaçınmış ve durum/oyunculuk/ışık üçlemesinde kendi gerilimini yaratmayı başarmış. Her ne kadar olur olmadık yerde “ışığı alttan verelim görüntü korkunçlasın” yöntemine başvurulmuşsa da, kızın durumunun gitgide kötüleşmesi, Canan Perver, Cihan Ünal ve Meral Taygun’un –iyi anlamda- rahatsızlık verici oyunculukları, seyircinin asabını bozmaya yetiyor. Tabii Mike Oldfield’ın, orijinal Exorcist filminin de soundtrack’i olan ‘Tubular Bells’inin yarattığı kıvranma halini atlamamak lazım. Kimi sahnelerin Türkçeleştirilmiş Exorcist hali insanı ister istemez güldürse de, karakter ve tiplerin ruh hallerine bürünme başarısı gözden kaçmıyor.



Cihan Ünal’ın annesi filmin başında üç kere kısa aralıklarla gözüküyor. Birincisi evd, ikincisi (neden bilinmez) akıl hastanesinde, üçüncüsü tabutta. Yani esasında annenin üzerinden elde edilecek referans, filmin ilerleyen etabında karşımıza çıkmak üzere cebe atılıyor. O referans da nedir? Filmin sonlarına doğru şeytan, Cihan Ünal’ın annesi gibi gözüküyor ve onun aklını karıştırmaya çalışıyor. Meral Taygun (Ayten) karakter olarak da kızının yanında olmadığı anları gergin, asabi ve hiddetli bir halde geçirdiği için genel bir terör havası estirmekte.



Erol Amaç’ın canlandırdığı Komiser Kadri Erdem tiplemesi, “Komiser Kolombo” efekti verilmiş Ayhan Işık kıvamında; sürekli olarak her taşın altından çıkıyor ve film boyunca şeytani bir cinayetin izini sürüyor. Ayten’in de zarar görmemesini isteyen iyi kalpli komiser, bir sahnede Ayten’in ağzındaki sigarayı alıyor ve gülümseyerek yere atıyor. Halı kaplı evde sigarayı alıp nereye attığı kadrajın dışında kalıp muamma bir bilmece olarak akıllara kazınsa da, o kareyi anlatmak boynumuzun borcu oluyor. Ayrıca kızcağıza bir elektroşok tedavisi yapıyorlar ki, sağlam adamı öldürür o tedavi. İki demir parçasını yavrucağın kafaya dayamışlar, nasıl sallıyorlar anlatmak mümkün değil. O vibrasyon günümüzün en sağlıklı beyinlerinde dahi hasara sebebiyet verebilir, inanın.



Agah Hün’ün şeytan çıkarmak için Gül’ün karşısında dikildiği sahneler ise tadından yenmiyor. Kutsal kitap olarak İncil değil Kuran’ın, kutsal su olarak da zemzemin vazife başında olduğu şeytan kovma ayini, şeytan ve şeytan çıkaran arasında muhteşem replikler ve diyaloglara sahne oluyor. Şeytan’ın mavi bir boya olarak kısmen vücudu terk edip Gül’ün ağzından çıkışı, Agah Hün’ün atkısıyla kızın ağzını temizlemesi ve Cihan Ünal’ın lavaboda atkıyı (şeytanı) çitilemesi kendimizden geçmemize sebebiyet verse de, 1974 yılındaki olanaksızlığın içinde yaratılan ve döneminin çok ilerisindeki kurgusu ve estetik fotoğraflarıyla saygı duyulması gereken bu filme şapka çıkarmak icap ediyor. (Öyle ki filmin giriş yazıları kağıt üzerine keçeli kalemle yazılmış isimlerin kamerayla çekilmesi ile oluşturulmuş.) orijinal filmin hemen ertesi yılı çekilen bu tekrar filmi, üzerinde biraz daha düşünülse ve “popülaritesi sönmeden bir an evvel çekelim” kaygısıyla hareket etmese, çok daha başarılı bir klasik haline gelebilirdi belki de. Acele işe şeytan karışır zira!



Fevkalade diyaloglar

(Ayten ve Gül)
- Gül? Bu ruh çağırma tahtasıyla sen mi oynuyorsun?
- Evet ben oynuyorum.
- Nasıl oynandığını biliyor musun?
- Tabii biliyorum.
- Fakat bu oyun en az iki kişiyle oynanır.
-  Ben her zaman tek başıma oynuyorum. Nasıl oynadığımı görmek ister misin?
(Oyunun başına geçilir, Gül çeşitli hareketler yapıp “maalesef” dermişçesine annesine bakar)
Yani benle oynamak istemiyor musun?
-  Hayır. Ben oynamak istiyorum ama Kaptan larsen seninle oynamak istemiyor.
-  Kim bu Kaptan Larsen?
-  Bilmiyorum bir ruh işte. Ben sorarım, o cevap verir.
-  Peki sor bakalım.
-  Kaptan Larsen. Annem çok güzel bir kadın, değil mi? (bir şey olmaz) Niye cevap vermiyorsun? (sessizlik) Kaptan Larsen bu yaptığına kabalık derler!
-  Tatlım belki uyuyordur Kaptan Larsen.
-  Hayır, o hiç uyumaz.
-  O halde senin biraz uyuman gerek.



(Doktor, evde yapılan muayenede, Gül’ün içindeki şeytanla, tokadı yiyerek tanışınca, aşağıya iner ve Ayten’e rapor verir.)
- Doktor? Kızıma ne oluyor? Söyler misiniz bana? Nedir bu hal?
- Psikolojik bazı etkenler hep bir araya gelmiş. Bu etkenler sonucu çocuğun şahsiyetinde bir değişme oluyor. Bu psikolojik değişme psikofizik halinde dışarıya vuruyor.
- Doktor. Ben bu tıbbi terimlerden anlamıyorum. Yani netice? Nesi var kızımın?
- Ben hala beynin üst kısmında bir araz olduğu kanaatindeyim.
- Doktor! Bir beynin üst kısmıdır tutturmuşsunuz, başka bir şey söylediğiniz yok. Çocuğu yukarıda görmediniz mi? Sesini duymadınız mı? Sanki içinde ikinci bir insan varmış gibi haykırıyordu. Bunu da anlamadınız mı? Allah’ım nedir bu başımıza gelenler?
- Hanımefendi şimdiye kadar tıpta çok az çifte şahsiyet olayı görülmüştür. Bu vakaların temelinde psikopatalojik arazlar vardır.



(Şeytan çıkaran ile şeytan)
- O şişedeki su ne?
- Zemzem suyu.
- Ne yapacaksın onu?
- Bekle görürsün.

(Ayten ve doktor)
- Gül çok kötüleşti doktor.
- Periyodik bir spazm mı geldi?
- Ne spazmı doktor? Bu çocuğa başka bir şeyler oluyor.

(Ayten ve şeytan çıkaran)
- Şeytan çıkarma işi ne olacak?
- Bir süre unutun o işi!

(veee Şeytan Çıkaran)
"Ateşten yarattığın şeytanın topraktan yarattığın insana yaptığı bu işkenceye senin hudutsuz kuvvetin son verecektir. Lanetli şeytanın zapt ettiği bu zavallı küçük ruhu kurtarmak için benim gibi aciz bir kulundan şefaatini esirgeme yarabbi!"



saku

tauntaun uyku tulumu

sevgili star wars geek'leri... yeme de içinde yat bir ürünü sizlerle paylaşmak isterim... bu ara apansız kopan yıldız savaşları furyasında bizim de tuzumuz olsun madem... efenim, bu pek zekice kotarılmış uyku tulumu, tauntaun şeklinde tasarlanmış... ebadı, görünümü ve uygulaması pek hoş... ama en güzel detayı -ki detay candır- fermuarı... bir tauntaun'un karnını nasıl yararsınız? elbette ışın kılıcıyla...


 
 
 

neyim var doktor?

bu replik genellikle filmlerde veyahut dizilerde duymaya alıştığımız bir hasta repliğidir... iki üniversite bitirmiş gibi bir eda takınan hasta, elinde röntgen tutan ve renk vermemeye çalışan doktora kendinden emin ve 8. level bir dirayetle sorar...
"neyim var doktor?", doktor da çoğunlukla "seninle açık konuşucam jeffrey" falan der... ama işte bizde böyle bi soru yok, biz genelde elde röntgenli doktoru yakaladığımız yerde "nolmuş doktor?" diyen sevimli insanlarız, (sevimliyiz lan vallahi, "nolmuş" nedir ya, hale bak)... sonuçta doktorumuz da ya "mmm fena" der ya da "arkadaşım girme içeri, girme ya, gelecem ben dışarı!" diye haklı olarak kovar...
neyim var doktor bize yakışmıyo vallahi... biz "nolmuş doktor?"a, "doktor hayırdır?"a alışığız... biz elindeki kan testi sonuçlarını inceleyen doktora "ne diyo kağıtta doktor?" diye sorarız... neyim var doktor olmaz, olamaz...

- neyim var doktor?
- mmm, senin yüreğin kabarmış...
- valla mı
- bak görüyo musun, şurda hep kabar kabar, ha bi de yol gözüküyo sana...
- ...

daft chief master punk

meraklısına pek özel, çok güzel daft punk helmet tişörtü... fazla söze gerek yok diye düşünüyorum... detay için tıklayın...


ve Avatar, Titanic'in tacını elinden aldı


Avatar, vizyondaki 41. gününün sonunda, dünya genelindeki 1 milyar 859 milyon dolarlık hasılatı ile "tüm zamanların en fazla gişe elde eden filmi" ünvanını kazandı. Dolayısıyla James Cameron kendi rekorunu kırmış oldu. Önceki rekor da yine kendi yönettiği ve 1993 yılında 1 milyar 843 milyon dolar gişe yapan Titanic filmine aitti. Bu gişeye benim katkım var mı? Yok. Neden? Frsat olmadı izleyemedim, ne yalan söyleyeyim... ama güzel film diyorlar (yuh!)

saku

!f İstanbul - 2010 programı



"!f İstanbul bu yıl uluslararası ve ödüllü yarışmasının üçüncü yılına giriyor: ‘Keş!f’. Yarışma kapsamında bir araya gelen uluslararası jüri, “sinemada cesur hikaye anlatımı, teknik ve tarzda yenilik” kriterleriyle ‘İlham Veren Yönetmen’i seçecek. Farklı ülkelerden 9 sıra dışı film, dünyanın ilham veren genç yönetmenleri arasındaki yerlerini ve bu ödülü almak için !f İstanbul’da yarışacak. Bu yarışma, ülkemizden genç yönetmenlerin teşvik edilmesi yönünde de önemli bir adım." (organizasyon infosundan)

naçizane önerdiğim filmler ise şöyledir...
cold souls, mary & max, away we go, precious, un prophète, the lovely bones, bronson...

britney bebeği (dazlak & deli)

bunu da gördük, tam oldu!
deli gömleği giymiş, kafası dazlak bir britney spears bebeği... telif sorunundan mütevellit "britney shears" adıyla çıkmış sanırım... yapana, düşünene, üretene söyleyecek fazla bir söz yok... ticaret kafası başka bir kafadır çünkü... eee tasarım ve estetik anlamında da yorum yapabileceğimiz pek bir yönü yok kendisinin... benim merak ettiğim bu oyuncağı kim alır... koleksiyon değeri olan bir ürün değil zira... ha burda görsem sırf matrak olsun diye alabilirim ben... ama benim ev zaten oyuncakçı dükkanı gibi, ıvırkıvır tepe! ben kıstas olamam, e bunu da "sırf matrak olsun diye alanlar yeter" düşüncesiyle üretmiş olamazlar! bilemedim inanın... çok garip hallere bulandım şu an!


stephen marley



marley ceddine mensup en sıkı müzisyenlerdendir...
2007 çıkışlı mind control albümü başucu albümüdür...
ayrıca 2009 yılında da mind control - acoustic albümünü çıkarmıştır...
özellikle hey baby, chase dem ve inna di red parçaları lezizdir...
damien marley, ben harper, mos def gibi müzisyenler de albümde boy gösterir.

saku

julie & julia



mastering the art of french cooking adlı kitabı ve tv şovlarıyla amerika'ya yemek yapmayı sevdiren julia child'ın (1912-2004) ve kocasının da teşvikiyle 2002 yılında child'ın kitabındaki tüm yemekleri 1 yıl içinde yapma ve bununla ilgili bir blog yazma kararı alan julie powell'ın hayatlarından kesitler izlediğimiz film, tamamıyla gerçek yaşam hikayelerinden kurgulanmış... geçmiş ile günümüz, julie ve julia arasındaki benzerlikler, platonik bir hayranlığın doğru yönlendirildiğinde belki de hayat kurtarabileceği ve kesinlikle lezzetli yemekler üzerine keyifli bir yapım...

julie & julia, öncelikle meryl streep'in akıllara zarar, tadından yenmez oyunculuğuna doyulamayacağını ve onu ne kadar çok sevdiğimizi bize bir kez daha hatırlatıyor... amy adams ise her zamanki gibi yetenekli bir oyuncu olduğunu hissettiriyor... ve ama biliyorum ki henüz büyük çıkışını yapacağı ve drama oyunculuğu adına imzasını taşıyacak o rolle tanışmadı... yine de içindeki cevher bir şekilde parlıyor ve kendini hissettiriyor... şimdilik bekliyoruz...

böyle güzel bir hikayeyi bize taşıma zekasını gösteren ve senaristliğin yanı sıra filmin yönetmenliğini de üstlenen nora ephron'a da (when harry met sally, michael, sleepless in seattle, you've got mail) teşekkürü bir borç biliyoruz...


saku

2009 movie poster awards


imp awards 2009'un en iyi film afişlerini seçti...
birçok kategorinin yer aldığı yarışmadan,
en önemli işler aşağıda...



Best Poster - The Imaginarium of Doctor Parnassus



Best Teaser / Advance Poster - Up




 Funniest Poster - The Men Who Stare at Goats

 

 Creepiest Poster - Antichrist






Best Funny Tagline - Crank 2: High Voltage
 "He was dead, but he got better"





 Best TV Poster - True Blood





 Worst Poster - My One and Only

 

Best Blockbuster Poster - Up





 Bravest Poster - Up in the Air

 

 diğer tüm ödüller için tıklayınız

saku

off the wall - hayat bulan duvar kağıdı

bir duvar kağıdı ile ne yapılır? yapıştır, sök, yırt, ekle, kazı... sıkıcı... böyle buyuruyor üstad... Kicki Edgren Nyborg duvar kağıdına kelimenin tam anlamıyla "hayat" veriyor... desenin akışkanlığını ya da parçalı görüntüsünü lehimize kullanmayı akıl ediyor... saygılar!


 
 

the holiday (ah nancy ah)

film başladı canlar... biz de ne bilelim, izliyoruz... film akıyo tamam... hmmm something's gotta give gibi şurası, hmmm love actually tadı yapmış şurada, bridget jones şurası bildiğin... burası o, şurası bu... herhalde romantik komedilerle kafa buluyo, klişelere gönderme yapıyo, abartılı oyunculukların altında ince bir alay olsa gerek, öyle mi böyle mi derken, aaa film bitti... oha!

ha sen... ha bi dakka sen baya... uuuu!

üzgünüm ama sen sopa istiyorsun nancy... evet nancy meyers, sana diyorum... böyle film olur mu nancy? nancy bu ne? yapma nancy yapma! bak tane tane söylüyorum ki, sonra "ama ben anlamamışım" falan deme, çünkü bence sen öyle de bir insansın... hı hı deyip bildiğini okuyan biri gibisin bence...

nancy meyers, altına imza attığı önceki romantik komedileri de dahil, çekilmiş hemen hemen tüm romantik komedileri izleyip, tüm klişeleri bir kenara not etmiş ve senaryolaştırmış... oyunculardan da rica etmiş, "abarttıkça abartın, bakıştıkça bakışın" diye... yemin ediyorum bak, filmin bir noktasında dedim ki "ben hala bi yıldırım düşmesini falan bekliyorum, böyle bitemez"... ama öyle olmadı... hatta disney'in cinderella animasyonunu izler gibi izledik son 10 dakikayı, çünkü herkes birbirine kavuşup, şömine ateşi başında dans ederek "ahara ehere" diye yılbaşını kutladılar karla kaplı çatılarının altındaki sıcacık yuvalarında... (şaka değil)

abartılı jest, mimik ve postürlerin, romantik komedi tarihindeki beylik sözlerin, bilmediğimiz, görmediğimiz hiçbir şeye sahip olmayan senaryosunun ve bizi "şaka herhalde" diye sorgulama noktasına getiren klişeler klişesi kurgu/akışının şaşkınlığıyla bitiriverdik filmi...

ben iyi bir romantik komedi filmine her daim kapısı açık, 90'lı yılların forget paris'ine, when harry met sally'sine, sleepless in seattle'ına da, 50'li ve 60'lı yılların Doris Day'li Rock Hudson'lı romantizmine de müteşekkir bir filmsever olarak sana sorarım nancy... bu ne allah aşkına?

bak şimdi şu it's complicated filmini de yazıp yönetmişsin... meryl streep, alec baldwin ve steve martin'in yüzü suyu hürmetine seyredeceğim... yine aynı çalımı atmaya kalkarsan, çift dalar, makas yapar, tatsızlık çıkarırım...

saku

5 film birden

hep istediğim bir şey vardır hayatımda... kutsal film kapanışı... 10 günde 50 film... ama işler güçler çarpımı dediğim bir halden ibaret olduğu için mevcut hayatlarımız, ne yazık ki böylesi özgür bir zaman dilimi ayarlayamayız... gel gör ki bu cuma akşamından başlamak suretiyle cumartesi gecesine kadar 5 film izleyiverdik... yani saat bazında "kutsal film kapanışı"nın mümkün olduğunu bir anlamda kanıtlamış oldum kendime... küçük umutlar fuzuli sempati yaratıyor bünyede... her neyse... neler izledik bi bakalım...

nefes: vatan sağolsun (2009)



the little prince (1974)



unbreakable (2000)



law abiding citizen (2009)



grosse pointe blank (1997)


past simple tense

past simple tense dedikleri şeyin türkçe karşılığı "geldim"dir bence... yani bence simple past tense budur... ne bileyim... bundan daha basit geçmiş zaman olmaz bence... geldim... geçmişse geçmiş... basitse en basit... daha ne?

vicdanımı sokan arının iğnesi

Bir tek bunu biliyorum ben… Hep bunu bildim… “Bildiğim tek bir şey varsa o da budur” desem yeridir mesela… Ama zamanı değildir ne yazık… Artık biraz geç’tir… Geç bunları’dır hatta… Kutsal topraklara elde köpek öldürenle ayak basmak gibi münasebetsiz, edepsiz ve densizcedir belki de şu saatten sonra yapılabilecek her şey… Kaldı ki alçaktan uçamayacak kadar oksijen bağımlısı olunmuştur bir kere… Bu masada karşında, bu trende arkanda ve bu hayatta yanında oturmaya zerre hakkım kalmamıştır… Ne yazık ki gerçek budur… Ve bahsi geçen gerçekliğin gerçekliğinden şüphe duyduğum anların toplamı, gerçek olamayacak kadar çoktur… Kelimeler bile oyun oynamaktan sıkılmış, kelime oyunlarının dahi vakti dolmuştur… Ömür şu an, şu saniye ve şu yerde, kendini tüketirken, başı önünde dolaşan tüm virane’lerin elinden tutmaktadır, son bir teselli gibi… İçerde kaldı vicdanımı sokan arının iğnesi, vicdanım tarifsiz sızlıyor… Ne öncesi var benim için… ne sonrası… Bitmeyecek herhalde kalbimin falakası… Ama ben yine de, bıkmadan, usanmadan bir tek bunu biliyorum… Hep bunu bildim…

murat kosova & langırt maçı


büyük gerekli şeyler mağazasında çalışırken murat abimiz de sıklıkla gelir bol bol sohbet ederdik, malumunuz (veyahut değil) kendisi bir figür ve çizgi roman fanıdır... bilahare o güzel günlerden birinde, mağaza personeli langırt maçı yapacağız, iddia büyük ve ortamda murat kosova var... sağolsun ricamızı kırmayarak bu önemli mücadeleyi sundu kendisi... şimdi murat kosova'nın maç anlatımını, yani o ses tonunu, o ses rengini bir tahayyül edin ve bu şekilde şu cümleleri düşünün...

"evet kırmızı takım sağ kanattan topu çıkarmaya çalışıyor, mavi takımın savunması topu uzaklaştırmakta güçlük çekiyor..."

gülmekten oynayamıyoruz ki...

"evet kaleciden hatalı bir degaj..." diye bir murat kosova sesi duyuyorsun ya langırt oynarken, şaka gibi...

efsane bi gündü...
öyle de güzel, öyle de keyifli bir adamdır kendisi...

türkiye'de yabancı teknik direktör olmak


basın mensuplarının çılgınca soruları karşısında,
ilk bi hafta ayakta kalabilme becerisi gerektirir...


ilk basın toplantısı
- sayın koçevski ülkemize hoş geldi, kendisi ülkemizi beğenmiş mi
- (türkçe mealden hareketle) gerçi henüz geldim ama hoş bir ülkeniz var, özellikle...
- peki peki, futbolcularla arası nasıl
- ee bi ısınma süreci elbet olacaktır ama bizler profesyo....
- dur dur bak ne sorucam, maradona mı pele mi?
- nasıl yani
- o değil de türk hakemlerinden şikayetçiymiş kendisi
- ama ben daha hiç maç yani yok ki öyle bişiy
- neyse boşver, boğaz ve rakı ortamına akmış mı kendisi
- eeee şimdi tabi deniz ve boğaz bu güzel ülkenin
- kızlar nasıl kızlar... lokum di mi, törkiş dilayt hesaabı
- ehöhöh ben yani
- istifanız isteniyomuş
- yuh ama artık
- di mi? daha dün bir bugün iki
- ???
- peki 4. ayakta koçubey mi sarıgelin mi desem?
- ....

todd londagin


new york merkezli bir caz vokalisti... trombon çalar kendisi aynı zamanda... bir pop vokal rengi vardır sesinde... yaptığı şarkılar ise 50'lerin swing/caz tınısına sahip ve muazzam keyiflidir... todd londagin trio ile birlikte özel organizasyonlarda, gece klüplerinde ve dahi düğünlerde bile çalar... "öyle de genişim, önemli olan müziktir" der... tadından yenmez "introducing todd londagin" adında 2003 çıkışlı pek az bilinen bir albümü mevcuttur...

saku

iletişim üstadı yeni rakı

yeni rakı, reklam sektöründe sırtını yasladığı zeki ve mizahi üslup sayesinde genç yaşlı herkesin beğenisini topluyor... markanın ilanları, filmleri ve viral marketing işleri, elden ele, kulaktan kulağa, mail'den mail'e dolanıyor... reklamlarında rakı ile birlikte tüketilen peynir, balık, meze, meyve ve vesair külliyatın gösterilmesi yasaklandığında, yeni rakı'nın harikulade bir çıkışı olmuş ve herkese bu ilandan bahsettirmişti...




bugünlerde ise mail yoluyla elime geçen, yine farklı, yine keyifli ve ama sanki tasarım anlamında biraz zayıf kalmış yeni rakı ilanları var... ama konumuz ilanın tasarımı değil, söylediği... yeni rakı, iletişimin bir telefon ekranından olamayacağını, 3G ve teknoloji temalı ilanlarıyla anlatıyor... "yeni iletişim devi" adlı kampanyaları da yine çok konuşulacak gibi...




http://www.yeniiletisimdevi.com adresinde ise size özel interaktif bir karşılama, 18 yaş sınırı ve sweatshirt hediye yarışması mevcut...

 
 
 
 
 

görsellerin büyük halleri için üzerlerine tıklayın